Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

4 Eyl 2012

BEYHUDE ÖMRÜM- mustafa kutlu



Son zaman hikayecileri arasında Anadolu’yu en güzel işleyeni kuşkusuz Mustafa Kutlu’dur. İnsan kokan kitaplarıyla her zaman bizden biri oldu. Kitaplarında her zaman kendimizden bir parça bulduk. Kimi zaman köyümüzü, kimi zaman en yakın bir dostumuzu, kimi zaman annemizi babamızı hatırlattı bize Mustafa Kutlu. Ve her hatırlatışında içimizde bir duygunun teline bastı, kimi zaman vefayı hatırladık, kimi zaman şefkat duygumuz kabardı, kimi zaman bizi gözyaşına boğan bir özlem sardı bizi. Ve bu duygular her zaman bize bir hüzün kattı, ağlamaklı olduk çoğu zaman ve belki de her biten kitabın sonunda iki damla gözyaşıyla koyduk kitabı rafa. İşte Beyhude Ömrüm kitabı da köy kokan içeriğiyle bana bütün bu duyguları yaşattı.
Bir bahçe kurmak için verilen bir mücadelenin hikayesini okuyacaksınız bu kitapta. Bir bahçe kurmak size ne kadar çekici geliyor bilemiyorum ama bana çok çekici geldi. Çoğumuzun zaman zaman aklına gelmiştir her türlü meyvenin olduğu yemyeşil, insanın içine huzur veren bir bahçe yapmak. O rengarenk meyvelerin arasında, kuşların ötüşü ile oluşan senfonide kitap okumak, çimlere uzanmak belki de saatlerce dinlenmek çok çekici geliyor değil mi?
Başkarakterimiz olan Yadigâr’ın, bir hasat sırasında dinlenirken aklına gelen bahçe kurma fikri ile başlıyor kitap. Islak Kaya denen (gerçekten de ıslak bir kaya var) mevkide kazı yaparak su bulup; oradaki boş araziyi de biraz düzenleyerek bir bahçeye dönüştürebileceğine karar verir. İşe girişmeden evvel kasabadaki babadan kalma bir dosta danışır. Dostunun da her türlü desteğini arkasına aldıktan sonra işe girişir. Öncelikle suyu bulması gerekiyordur. Kazmasını küreğini alıp kazmaya başlar. İlk başlarda Yadigar’ın ne aradığı konusunda çeşitli tevatürler oluşur. Özellikle babasından dolayı define aradığı üzerinde durulur. Zira Yadigar’ın babası bu işlerle çok uğraşmıştır. Yadigar, asıl amacını sakladığı için bu söylentilere kulak asmaz.
Gelgelelim bir süre sonra işin rengi belli olur. Belli olur olmasına ama bir sorun vardır. Islak Kaya mevkiinde toprakları bulunan muhtar Yadigâr’ı engellemek için elinden geleni yapacaktır. Böylece o civarlarda eşi benzeri olmayan bir bahçe yapmaya çalışan Yadigar ile muhtarın mücadelesi başlar. Muhtar bahçenin yapımını engellemek için elinden geleni yapmaya başlar. Muhtar ve oğulları bir iki saldırı yaparlar ama hem hukuki mücadelenin Yadigâr lehine sonuçlanması hem de muhtarın uğraşacağı başka sorunlar çıkması mücadelenin Yadigar lehine sonuçlanmasını sağlar.
Velhasıl bahçe yapılır ve üç beş yılda meyvelerini de vermeye başlar. Gerçekten de o yörenin en güzel bahçesini yapmıştır Yadigâr. Bahçenin namı her tarafta duyulur. Meyvelerinin satışından iyi bir para bile kazanmaya başlanmıştır. Lakin bir süre sonra ne köy o eski köydür ne çocuklar o eski çocuklardır ne de insanlar o eski insanlardır. Büyük şehirlere bir göç başlamıştır. İnsanlar köyden teker teker kopmaya başlar. Büyük şehrin çekiciliği, herkesi çepeçevre sarar. Kendi çocuklarına bile söz geçiremez olur. Ne kadar geçimlerini sağlayacak bir ekmek tekneleri olsa da bu çocukları köyde tutmaya yetmez ve kendi çocukları bile büyük şehre (İstanbul) göç eder.
Hikayedeki asıl vurgu köyden kente olan göç sonucu köylerde oluşan boşalmalar ve bunun oluşturduğu sosyolojik değişimler. Kitapta özellikle dikkatimi çeken noktalardan birisi de bütün çocukları şehirlere göç eden yaşlıların yaşadıkları yalnızlık. Bu insanların doğup büyüdükleri toprakları bırakmak istememeleri sonucunda köylerinde, ölmek istedikleri yerde tek başına ölümü beklemeleri, birbirinden gittikçe kopuklaşan bir topluma doğru gittiğimizin bir göstergesi gibi. En sonunda Yadigar’ın ömrünü verdiği bahçede tek başına ölmesi de çok manidar.
Sosyal ve ekonomik şartların yetersiz olduğu köylerden bu şartların daha iyi olduğu büyük şehirlere göçün kaçınılmaz olduğu günümüzde bu konu çok yönlü incelenmelidir. Köyden kente göçün uzun ve kısa vadede doğuracağı sonuçlar iyi bilinmelidir. Şehirlerde artan nüfus sonucunda oluşan düzensiz kentleşme, nüfusa cevap veremeyen ulaşım şartlarından dolayı oluşan trafik karmaşası bu sorunlardan ikisi sadece. Ayrıca geride bırakılan toprakların ekilmemesi de ülke ekonomisine büyük zarar vermektedir.
Gelenek ve göreneklerin yaşatıldığı başlıca yer olan köylerimizin yok olması beraberinde büyük bir kültür erozyonu getirecektir. Ata sporumuz olan cirit, halk ozanları, üç gün üç gece yapılan düğünler, dedelerimizin anlattığı masallar ve daha nice ananevi güzellik yok olup gidecektir.
Kıssadan hisse: Atalarımızın doğup büyüdüğü köylerimizin böyle sessiz sedasız yok oluşuna göz yummamalıyız. Köyden kente köyden durdurulması için devletimiz önlemler almalı. Soysal, ekonomik şartlar düzeltilmeli; eğitim ve sağlık gibi alanlardaki fırsat eşitsizlikleri giderilmelidir.
                                                                                                             ümit furkan hakan

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder